41.21
  
48.74
  
117493.00
  
98.14

Düşüş

 

GİRİŞ – KONYA, TATLICAK

Sokak lambalarının sönük ışığında, çatlamış asfaltın üstüne serilmiş bir gölge gibi duruyordu. Rüzgâr, etrafa savrulmuş naylon torbaları uçuruyordu ama onun umurunda değildi. Ellerini ceplerine sıkıştırdı, titremesinin sebebi sadece kışın ayazı değildi. Gözleri kan çanağı gibiydi, ayakta durmak bile bir mesele olmuştu artık. Başını kaldırıp boş sokağa baktı, sanki bütün dünya ondan kaçıyordu.

Sol cebinde büzüşmüş bir kâğıt para, sağ cebinde ise geceyi geçirecek kadar madde vardı. Tatlıcak’ta bir ara sokaktaydı, etrafına bakındı. Sessizdi, çok sessizdi. Şehir uyumuş, ama onun içinde bir şey kıvranıyordu.

İlk defa kullanmıyordu. İlk defa o hisle yaşamıyordu. Ama bu gece farklıydı. Başka bir şey vardı. İçindeki boşluk bu kez daha büyük, daha derin, daha korkutucuydu.

Bir adım attı, sonra bir tane daha. Ama ayakları onu nereye götürecekti, bilmiyordu. O eski kahvehaneye mi, yoksa yine aynı bataklığa mı? Tatlıcak’ın karanlık sokakları, bağımlıların kaçış noktasıydı. Bir yerlerde birileri onu bekliyordu. Ya da belki kimse onu beklemiyordu.

Bir zamanlar bir hayatı vardı. Şimdi sadece geceyi çıkaracak bir planı vardı. Ve cebindeki madde…

 

2. BÖLÜM – KAYBOLMUŞ ADIMLAR

Sokağın köşesinde bir köpek ona doğru baktı. Aç mıydı, merak mı ediyordu, yoksa sadece rastgele bir gölgeye mi bakıyordu, bilemedi. Bir an göz göze geldiler. Sonra köpek başını çevirip karanlığa karıştı. O an, içindeki boşluğun büyüklüğünü bir kez daha hissetti. İnsanların yüzüne bakamıyordu artık. Ama bir sokak köpeğinin bile gözleri ona fazla geliyordu.

Eli, cebindeki maddeye gitti. Hafifçe yokladı, hâlâ oradaydı. O olmadan bir saat bile geçiremiyordu artık. Birkaç yıl önce "şöyle bir deneyeyim" diyerek başladığı şey, şimdi nefes almak gibi olmuştu. Onsuz olamıyordu. Onsuz… kimdi ki zaten?

Tatlıcak’ın en kuytu köşelerinden birine, kimsenin pek geçmediği bir boş arsaya girdi. Burada daha önce de defalarca durmuştu. Yere çömeldi, cebindeki kâğıtları ve çakmağı çıkardı. Ellerinin titremesini kontrol edemiyordu. Damarları bulanık bir geçmişin haritası gibiydi. Belki o bile artık yolunu kaybetmişti.

Bir yudum aldı. Gözleri yarı açık kaldı. Dünya etrafında dönmeye başladı. Midede bir sıcaklık, damarlarda bir ürperti, zihinde boşluk… İşte o tanıdık his. Beyninin içindeki gürültü azaldı. Kayboldu.

İnsan bağımlı olunca en sevdiği şey kendini unutmak oluyor. Adını, geçmişini, nerede olduğunu… Hepsini.

Gözlerini kapattı. Uyuşturucu beynini kemirirken, zihninin bir köşesinde bir soru yankılandı: "Ben buraya nasıl geldim?"

Ama sormaya mecali yoktu artık.


 

3. BÖLÜM – DÜŞÜŞ

Göz kapakları ağırlaştı, dünya bulanık bir girdaba dönüştü. Uyuşturucu kanına karışırken, zihninin içinde eski sesler yankılandı. Hatırlamak istemediği anılar, geçmişten birer hayalet gibi yüzeye çıkıyordu.

Biri ona adını söylüyordu. Yumuşak bir ses, eski günlerden kalma bir yankı gibi: "Hadi kalk oğlum, geç kalacaksın."

Annesinin sesi…
Ama annesi artık yoktu.

Gözlerini kırpıştırdı, karanlığın içindeki ışık hüzmeleri gözlerini kamaştırdı. Hafifçe doğrulmaya çalıştı ama dizleri titredi. Beyni uyuşmuştu. Tatlıcak’ın toprak kokan rüzgârı yüzüne çarptı. Bağımlılık insana zamanı unutturuyordu, ama bazı şeyleri unutturmuyordu. Geçmişin izlerini silemiyordu.

Bir an için eski günleri düşündü. Çocukken burada, bu sokaklarda top oynadığı zamanları. Babasının ona esnaflık öğrettiği günleri. Tatlıcak’ın kahvehanelerinde çay içerken duyduğu şakalaşmaları. Her şey ne kadar uzakta kalmıştı.

Şimdi ise bir gölgeydi. Üzerine düşen sokak lambasının ışığında, silik bir adam. Eskiden bir adı vardı. Bir kimliği, bir yeri… Şimdi sadece bağımlıydı.

Ayağa kalktı, dengesini zor sağladı.
Bir ses duydu.

Duyduğu ses gerçek miydi, yoksa kafasının içindeki halüsinasyonlardan biri miydi, emin olamadı. Ama bir şey ona sesleniyordu.

"Burada ne yapıyorsun?"

Başını çevirdi. Sesin sahibini göremedi.
Yalnız mıydı, değil miydi, artık hiçbir şeyden emin olamıyordu.


 

4. BÖLÜM – HALÜSİNASYONLAR VE GERÇEKLER

Ses, karanlığın içinden geliyordu ama sahibi ortada yoktu. Belki gerçekten biri vardı, belki de bu kafasının içindeki bir oyundu. Kaç kez böyle olmuştu? Kaç kez kendi zihni ona ihanet etmişti?

Dizlerinin bağı çözülür gibi oldu, bir duvara yaslanarak ayakta kalmaya çalıştı. Göz kapaklarını kırpıştırdı, ışıklar gözlerinin önünde titriyordu. Bir figür belirdi. Hayal mi, gerçek mi ayırt edemedi.

"Ne yapıyorsun burada?" diye tekrarladı ses.

Soluk aldı. Ağzı kuruydu, dili damağına yapışmıştı. Konuşmak bile ağır geliyordu. Ama bir şekilde sordu:
"Kimsin sen?"

Figür netleşmeye başladı. Üzerinde koyu renk bir palto vardı, yüzü gölgede kalıyordu. Yabancı gibiydi ama tanıdık da geliyordu. Hafızasının derinliklerinde bir yerlere dokunan bir yabancılık…

"Bunu sen söylemelisin. Burada ne yapıyorsun?"

Başını salladı, anlamaya çalışıyordu. Bu sorunun bir cevabı yoktu. Veya vardı ama duymak istemiyordu. Sonunda iç çekti ve başını eğdi.

"Ben…" dedi, sesi titrek çıktı.
"Ben kayboldum."

Figür bir adım attı, biraz daha yaklaştı.
"Kaybolmak için önce bir yere ait olman gerekmez mi?"

Bu söz beyninde yankılandı. Ait olmak… Nereye, kime? Tatlıcak’a mı? Geçmişine mi? Annesinin sıcak mutfağına mı? Babasının yanında çırak olarak çalıştığı günlere mi? Şimdi buradaydı, kimseyi umursamayan bu sokaklarda, zamanın silikleştiği bir girdapta… Ait olduğu bir yer yoktu artık.

Başını kaldırdı, figüre bakmak istedi ama gözleri bulanıktı. Denge kurmakta zorlanıyordu. Bir anlık cesaretle sordu:
"Sen kimsin?"

Ama o anda figür kayboldu.

Gözlerini ovuşturdu. Boş sokakta, duvarlara çarpan rüzgârdan başka bir şey yoktu. Biri gerçekten orada mıydı, yoksa tamamen zihninin bir oyunu muydu?

Dizleri çözüldü, yere düştü. Avuçlarını toprağa bastırdı, gözlerini sımsıkı kapattı. İçinde bir çığlık yankılanıyordu ama sesi çıkmıyordu.

Yalnızdı.

Ama asıl korkutan yalnız olması değil, kendine bile ulaşamıyor olmasıydı.


 

5. BÖLÜM – UYANIŞ VE GERÇEKLER

Gözlerini açtığında sabah olmuştu.

Tatlıcak’ın köhne sokaklarından birinde, soğuk betona yaslanmış halde buldu kendini. Üstü başı toz içindeydi, dudakları kurumuş, başı zonkluyordu. Göz kapakları ağırdı, sanki yıllardır uyumamış gibi bir yorgunluk içindeydi.

Başı döndü, yerinden kalkmaya çalıştı ama bacakları taş gibi olmuştu. Güç bela doğrulup duvara yaslandı. Ellerini cebine attı, dünden kalan bir şeyler var mı diye yokladı. Kâğıt para… Yok. Madde… Yok.

Sokak boştu.

Bütün gece burada mıydı? Yoksa bir yerlere gidip geri mi geldi?

Hatırlayamıyordu.

Başını duvara yasladı, gözlerini tekrar kapattı. O an, o figürü düşündü. Onunla gerçekten konuşmuş muydu? Yoksa yine beyninin ürettiği bir hayal miydi? Birini hatırlatıyordu sanki… Ama kimi?

Bağımlı olunca insan, zamanın anlamını yitiriyordu. Günler birbirine karışıyordu, sabah mı, akşam mı, bazen fark etmiyordu bile. Ama bu sabah farklıydı.

İlk defa, gerçekten dibe vurduğunu hissetti.

Ayağa kalktı, hafifçe sendeledi. Karnı açtı ama yemeği düşünmek bile içini bulandırıyordu. Gidip biraz su içmeliydi. Belki de biraz para bulmalıydı. Sonra… Sonra ne olacaktı?

Tatlıcak’ın iç taraflarına doğru yürümeye başladı. Gün yeni doğuyordu ama o, daha geceden kalmaydı.

O sırada, bir kahvehane köşesinde oturan yaşlı bir adam ona doğru baktı. Gözleriyle takip etti ama bir şey demedi. Belki de artık herkes onu böyle kabullenmişti.

Bir zamanlar esnaftı, bir zamanlar sokakta selam verdiği insanlar vardı. Şimdi ise bir gölgeydi.

Ve gölgeler kimseyi selamlamazdı.


Bu noktada karakterin günlük hayata dönüşünü ve gerçeklerle yüzleşmeye başlamasını yazdık. Bundan sonra, bir karar verme aşamasına mı götürelim yoksa bağımlılığının onu biraz daha aşağı çektiği bir sürece mi sokalım?

6. BÖLÜM – KAYBEDİLEN KONTROL

Ayaklarını sürüyerek yürümeye devam etti. Midede bir boşluk, damarlarda bir sızı, beyninde tarifsiz bir ağırlık… Önce karnının aç olduğunu düşünmüştü ama gerçek açlık bu değildi. Onun midesinde kazınan şey, yoksunluktu.

Tatlıcak’ın iç kısımlarında, dar sokakların arasında kayboldu. Eskiden buraları iyi bilirdi. Hangi dükkân ne zaman açılır, kim ne satar, hangi çay ocağında kimler oturur… Ama artık bu bilgiler ona bir şey ifade etmiyordu. Onun için önemli olan tek şey, maddeye nasıl ulaşacağıydı.

Bir kenarda, duvara yaslanmış birini gördü. Yüzü buruşuktu, dişleri sararmıştı. Elleri titriyordu. Aynı onun gibi…

Yaklaştı. Adam başını kaldırıp baktı. Gözlerinde bitkinlik ve çaresizlik vardı.

"Bir şeyin var mı?" diye sordu fısıltıyla.

Adam başını salladı, dudaklarını yaladı. "Az var ama pahalı."

Eli cebine gitti. Bomboş. Cüzdan? Yok. Para? Yok. Bir şey satabilir miydi? Üstünde ne vardı? Eski bir mont, cepte bir çakmak, birkaç buruşmuş sigara… Bunlarla ne alabilirdi?

Adam onun çaresizliğini hissetti. Biraz yaklaştı, alaycı bir sesle sordu:
"Parasız nasıl içeceksin? Hayat sadaka mı sana?"

Sinirlendi ama kendine bile itiraf edemediği bir gerçek vardı: Evet, hayat ona hiçbir şey vermiyordu. Ve o, her şeyi kaybediyordu.

Derin bir nefes aldı. Madde olmadan, vücudu ayakta kalmak istemiyordu. Önce baş ağrısı, sonra mide bulantısı, sonra titremeler… Az sonra ter basacaktı. Göz kapakları ağırlaşacak, zihni bulanıklaşacaktı. Kriz geliyordu.

Adam alaycı bir kahkaha attı. "Para bul, sonra gel." dedi ve arkasını dönüp gitti.

Para…

Ne yapmalıydı?
Hırsızlık mı?
Borç istemek mi?
Yoksa eskisi gibi Tatlıcak’ta esnaflık yapıp, biraz para mı kazanmalıydı?

Ama esnafken bunlara bulaşmamıştı. Şimdi, dükkânlara girip para isteyecek yüzü yoktu. Onlar da ona zaten "Sen kendini bu hale soktun." diyeceklerdi.

Başını eğdi, yumruklarını sıktı. Midesi kazınıyordu, başı dönüyordu. Birkaç saat içinde bir şey bulamazsa, kriz onu iyice teslim alacaktı.

Bir karar vermeliydi.

Ve ne yazık ki, bağımlılar genelde doğru olanı seçmezdi.


Bu noktada, karakterin daha da düşüşünü göstermeye devam edebiliriz. Belki çaresizlikle bir şeyler yapmaya çalışır, belki eski tanıdıklarından borç ister ama reddedilir. Yoksa daha sert bir olay mı ekleyelim? Nasıl ilerleyelim?

 

7. BÖLÜM – İLK ÇİZGİYİ GEÇMEK

Sokakta amaçsızca yürümeye başladı. Kafasında tek bir düşünce vardı: Para bulmalıyım.

Ne yapacağını bilmiyordu. Ama yapması gerektiğini biliyordu. Çünkü birkaç saat içinde kriz iyice çökecekti üzerine. Ter basacak, kasları seğirecek, mide krampları başlayacaktı. Titremeler o kadar kötü olacaktı ki yürüyemeyecekti.

Gözleri sağa sola kaydı. Esnaflara bakıyordu ama içeri girecek cesareti yoktu. Daha dün burada bir adamdı, şimdi bir zavallıydı. Kimseden borç isteyemezdi. Kimse ona güvenmezdi.

Sokağın sonunda bir market vardı. Ufak, köhne bir dükkân. İçeri girdi.
Kasada oturan adam onu görünce kaşlarını çattı. Tanıyordu. "Ne istiyorsun?"** dedi sertçe.

Yutkundu. "Bir şeyler alacaktım."

"Paran var mı?"

Ellerini cebine attı. Boş. Başını eğdi, marketten çıktı. Kapının önünde durdu, içerideki kasaya baktı. Üstünde kalınca bir tomar para vardı. Günlük ciroyu sayıyordu herhalde.

Bir an aklından geçti. "Çalsam mı?"

Hayır. O kadar düşmemişti.

Ama madde olmadan yaşayamazdı.

Kendi kendine fısıldadı: "Bir yol bulmalıyım."

O sırada birini gördü. Biraz ilerde, eski bir tanıdığı. Onu eskiden beri tanırdı. Çok konuşan, çok gezen ama bir şekilde hep cebinde parası olan biri.

Adımlarını hızlandırdı. Arkasından yetişti. "Hacı, bir şey diyeceğim."**

Adam döndü. Gözleri şüpheliydi. "Ne var?"

İlk defa gerçekten utanıyordu. Yutkundu. Yüzü kızardı. "Biraz borç verebilir misin?"**

Adam gözlerini kıstı. "Sen artık borç alınacak adam değil, borç verilmeyecek adamsın."** dedi ve arkasını dönüp gitti.

Bitti. Artık kimse ona güvenmiyordu.

Ve artık çizgiyi geçme zamanıydı.

Önce çalmayı reddetmişti. Şimdi, aklı o kasaya dönüyordu. Birazdan kriz iyice çökecekti. Sonrası çok kötü olacaktı. Yerde kıvranmak istemiyordu. Kimseye muhtaç olmak istemiyordu.

Sonunda derin bir nefes aldı. Birkaç saat önce aklından bile geçmeyen şeyi düşündü. Çalmaya karar verdi.

Ve bu, geri dönüşü olmayan bir yolun başlangıcıydı.

DÜŞÜŞ

Abdurrahman Türkoğlu tarzında devam ettirilmiş haliyle

 

 

---

 

Gece, Tatlıcak

 

Kar yağıyor. Cılız sokak lambaları, ayazda titreyen duman gibi ışık saçıyor. Elektrik tellerine konmuş kargalar, hareket etmeden gökyüzüne bakıyor. Mahallenin köhne köşelerinden birinde, bir apartman dairesinde, kalın perdelerin arkasında bir adam oturuyor.

 

Halim. 32 yaşında. Eskiden bıçkın biriydi, şimdi çöküşün içinde kaybolmuş. Elinde titrek bir sigara, masa lambasının soluk ışığında oturuyor. Gözleri kan çanağı. Elindeki pakete bakıyor. Her şey burada. Tüm lanet, tüm çürüme. İçine çektiği her nefeste biraz daha azalıyor. Kendinden eksiliyor. İnsan gibi yaşamaktan, insan gibi acı çekmekten bile uzak artık.

 

Paketi eline alıyor, sallıyor. İçindeki toz, ölümün tozu. Ama ölüm uzak bir ihtimal, ölüm bile bir kurtuluş bazen. Telefon çalıyor, gözleri kapanıyor. Açmıyor. İkinci defa çalıyor, açıyor. Karşıdan çatallı bir ses geliyor.

 

— Halim, uçağum, ortalık karıştı. Dükkanı basacaklarmış.

 

Halim bir an donuyor. Konuşan Recep Pekcici. Eski ahbap. Aslında ahbap denemez. İnsan, eline bıçak dayayan adamla nasıl dost olur? Ama dostluk ve düşmanlık arasında ince bir çizgi var bu işlerde.

 

Halim sessiz kalıyor. Recep devam ediyor:

 

— Beni duyuyon mu ula?

 

— Duyuyorum, diyor Halim.

 

Dışarıda kar giderek şiddetleniyor. Sokağın köşesinde biri bekliyor. Kara kabanlı. Sigara içiyor. Halim perdeden bakıp geri çekiliyor. Biliyor ki bu işler böyle. Bir gün biri gelir, kapıyı çalar, hesap sorar.

 

Hesap...

 

Halim’in içi ürperiyor. Şimdi düşünmesi gereken tek şey var: Ya kaçacak, ya kalıp bitecek.

 

Kafasının içinde Altay’ın sesi yankılanıyor. İran’daki dostu. Ona hep derdi:

 

— İnsan, düştüğünü fark ederse düşüş bitmiş demektir. Asıl mesele, düştüğünü bile fark etmemek.

 

Halim, oturduğu koltuktan yavaşça kalkıyor. Pencerenin kenarına gidip sokaktaki adamı bir daha süzüyor.

 

Bu gece uzun olacak.

 

 

Düşüş - II: Ayazın Gölgesi

 

Konya, 2042. Geceyi kırbaçlayan rüzgâr, boş arsaların üzerinde dolanıp duran teneke seslerini bir ağıt gibi savuruyordu. Tatlıcak’ta, otogara yakın bir köşede, çökmüş bir apartmanın bodrum katında, bir adam vardı. Eskiden “ben” diye adlandırılan, şimdi ise yalnızca gölgesine selam veren biri…

 

Duvardaki çatlakları izliyordu. Bir damla rutubet, taşın arasından sızıp ağır ağır aşağı süzülüyordu. Adam gözlerini kırpmadan bu suyun yolculuğunu takip etti. “Ben de böyleyim,” diye düşündü. “Bir damlanın duvarın içinde kayboluşu gibi…”

 

Bağımlılık denen şey, bir merdivendi. Aşağıya inen, basamakları gittikçe daralan, sonu bir çukurda biten… Ama yukarı çıkılmıyordu. Yukarı çıkanlar ya ölüyordu ya da deliyordu.

 

Ellerine baktı. Sararmış tırnakları, titreyen parmakları, kurumuş eklem yerleri… Kaç gündür yemek yemediğini, kaç saattir nefes alıp vermekten ibaret bir yaratığa dönüştüğünü bilmiyordu. "İnsan mıyım ben hâlâ?" diye sordu kendi kendine.

 

Bir Şehre Yabancılaşmak

 

Sokakta yürüdü. Eskiden tanıdığı yüzler ona yabancıydı artık. Onlar da onu tanımak istemiyordu. Uyuşturucu içen biriyle göz göze gelmek bile bulaşıcıdır çünkü. İnsan, düşenin çamurundan korkar. "Gözlerin bu hâlde olmasaydı, belki selam verirdim," dedi yaşlı bir esnaf içinden. Ama veremedi. Adam da bunu anladı ve başını eğdi.

 

Bundan üç yıl önce, o da bir insandı. Sabahları kahvaltı eder, çay içenlerle sohbet eder, annesinin elini öpmeye giderdi. Şimdi çayın kokusuna tahammülü yoktu. Çünkü çay, ayıklığı çağrıştırıyordu.

 

Bir duvara yaslandı. Kışın soğuğu ciğerlerine işlerken gözlerini kapadı. Bir insan, nerede kaybolurdu? Hangi sokakta, hangi durakta, hangi hatırada?

 

Tam o sırada, bir el dokundu omzuna. "Beni unuttun mu?" dedi bir ses.

 

Adam başını çevirdi. Bir gölge gibi yanına yaklaşan kişinin yüzünü seçmeye çalıştı. Tanıdık biriydi. Belki bir zamanlar dostu, belki de hiç bilmediği bir benliği…

 

Ayazın Gölgesi

 

“Sen…” dedi titrek bir sesle. "Nereden çıktın?"

 

Gelen kişi gülümsedi. "Hiçbir yerden. Ama sen her yeri tükettin."

 

Adamın ayakları bir anda yere ağır basmaya başladı. Sanki toprağın altına çekiliyordu. O anda anladı. Karşısındaki, kendi geçmişiydi. Temiz, ayık, insan gibi insan olan hali…

 

“Çok geç mi?” diye sordu fısıltıyla.

 

Cevap gelmedi. Çünkü cevabı biliyordu. Çok geç olmadan dönecek yolu çoktan geçip gitmişti.

 

Sokak lambasının altındaki gölgesi bile ona sırt çevirmişti.

Düşüş - III: Ayazın Kırıldığı Yer

 

Konya’nın ayazı keskin bir bıçak gibi yüzüne çarpıyordu. İçi boş bir teneke gibi savruluyordu sokaklarda. Bir zamanlar evi bildiği sokaklar şimdi düşman kesilmişti ona. Gölgesi bile yanından kaçıyordu.

 

Duvardaki eski yazılara baktı:

"Düşenin dostu olmaz."

"Kimse senin için dua etmiyorsa, çoktan ölüsündür."

 

Elleri titredi. Parmağının ucunu kanatacak kadar sert bir duvara bastı. Canı yanmasını istedi. "İnsan olduğumu hatırlatayım kendime," dedi. Ama kanın sıcaklığı bile bir şey değiştirmedi.

 

O sırada eski bir dostuyla göz göze geldi. Hasan’dı bu. Çocukluktan beri tanıdığı, aynı mahallenin çocuğu Hasan. Birkaç sene öncesine kadar oturur, sabah namazından sonra birlikte kahvaltı ederlerdi. Ama şimdi Hasan, onu tanımamazlıktan geldi.

 

Adamın gözleri karardı. Hasan bir şey demedi. Ama sustu.

Sustuğu için adamın içi daha da ezildi. Konuşmaktan vazgeçtiğinde insanın ölümü başlardı.

 

Tuz Gölü’ne Giden Yol

 

Bir an durdu. Bir ses ona fısıldıyordu:

"Buradan git. Burada senin için bir şey kalmadı."

 

O sesin kimden geldiğini bilmiyordu ama doğruydu.

Nereye gideceğini bilmeden yürüdü.

O gece Tuz Gölü’ne giden eski yola düştü.

 

Yıllar önce bir gece vakti Abdurrahman Efendi’nin Tuz Gölü’nde kaybolduğunu anlatırlardı. O, Mevlevî dergâhından çıkıp oraya gittiğinde, bir daha geri dönmemişti. Söylentiye göre, orada ruhu tartılmış, bu dünyadan koparılmıştı.

 

Adam, belki de kendi ruhunun da burada bir tartıya çıkacağını düşündü.

Yolda bir dolmuş durağı vardı. Bekledi.

Saat gece yarısını geçmişti ama bir otobüs geldi. Eski, tozlu bir otobüs.

 

Kapısı açıldı. İçeride kimse yoktu.

Şoför sordu:

“Nereye, efendi?”

 

Bir şey diyemedi önce. Ama sonra, dilinden tek bir kelime düştü:

“Son durağa.”

 

Şoför, başını salladı.

Kapılar kapandı.

 

Tuz Gölü’ne giden o yol, insanın içindeki çölü görmeye yetiyordu.

Ve adam, belki de ilk defa kendini bir ayna gibi görecekti.

 

Düşüş - IV: Tuzun Çağrısı

 

Otobüs eskiydi. Koltuklar sigara yanıklarıyla delinmiş, pencereler buğulanmıştı. İçerideki ağır mazot kokusu, adamın midesini bulandırdı. Ama dışarıda Konya’nın ayazı daha da sert esiyordu. Kaçacak yeri yoktu.

 

Şoför aynadan göz ucuyla adama baktı. Gözlerinde eski günleri hatırlatan bir hüzün vardı. Bir şey demedi. Sadece gaza bastı.

 

Yol boyunca sessizlik hâkimdi. Sadece motorun boğuk sesi ve lastiklerin asfaltı tırmalayışı duyuluyordu. Adam, başını cama yasladı. Cam buz gibiydi. Parmağıyla buğunun üzerine bir şeyler çizmeye kalktı ama ne yazacağını bilemedi.

 

"Ben kimim?"

 

Yüzü yansıyordu camda. Gözaltları çökmüş, teni griye dönmüştü. Ellerine baktı. Bu eller bir zamanlar insan eli miydi?

 

Otobüs, bozkırın içine daldıkça şehir ışıkları kayboldu. Yalnızca ayın soluk ışığı kalmıştı geriye. Sonsuz bir boşluğa gidiyor gibiydi. Şoför, arka koltukta tek başına oturan bu adamın nefes alışlarını duyuyordu. Sonunda konuştu:

 

“Tuz Gölü’nde ne işin var?”

 

Adam, başını kaldırmadan cevap verdi:

“Kendimi arıyorum.”

 

Şoför, dudağının kenarında belli belirsiz bir tebessümle başını salladı.

“Orada kendini bulan da var, tamamen kaybolan da. Bakalım sen hangisisin?”

 

Beyazlığın İçinde

 

Otobüs, Tuz Gölü’ne yaklaştığında durdu. Adam yavaşça ayağa kalktı, derin bir nefes aldı ve kapıya yöneldi. Şoför bir şey söylemedi. Ama içinden "Bu adam geri dönmeyecek," diye düşündü.

 

Ay ışığında Tuz Gölü bembeyazdı. Ucu bucağı olmayan bir boşluk gibi… Ne bir ağaç, ne bir taş, ne de bir ses vardı.

 

Adam yürümeye başladı. Tuzun üstünde çıplak ayakla yürüyen bir derviş gibi. Ama dervişlerin bir yolu vardı. Onun yolu yoktu.

 

Dizlerinin bağı çözüldü, yere düştü. Ellerini tuza bastı. Çatlamış ellerinin arasından tuzun keskinliği geçti. Ama o, tuzun yakıcılığına aldırmadı.

 

Gözlerini kapadı. Kendi içindeki sesi duymak istedi. Ama içerisi boştu.

 

Derin bir sessizlik…

 

Ve sonra, bir fısıltı gibi gelen bir ses…

 

"Buraya gelen herkes bir soru sorar. Senin sorunun ne?"

 

Adam, başını kaldırdı. Karşısında biri duruyordu. Bembeyaz bir giysi içinde, yüzü seçilemeyen biri… Gözleri kamaştı.

 

"Ben..." dedi titrek bir sesle.

"Ben öldüm mü?"

 

Yabancı bir süre sessiz kaldı. Sonra başını hafifçe yana eğdi.

 

"Henüz değil."

 

Adamın göğsü sıkıştı. İçindeki boşluk daha da derinleşti.

 

"Peki, nasıl yaşarım?"

 

Bembeyaz giysili adam, bir adım geri çekildi. Tuzun üstünde neredeyse ayak izi bile bırakmıyordu. Sonra ağır ağır konuştu:

 

"Sadece ölümü kabul edenler yaşar. Sen daha düşüştesin."

 

Adam, yere kapanarak nefes nefese kaldı. Tuz, tenine daha da işliyordu. Ama bu sefer yakıcı değil, uyandırıcıydı.

 

Ve o an, ilk defa bir şeyi fark etti.

 

Düştüğü yerden kalkmak istiyordu.

Düşüş - V: Tuzdan Uyanış

 

Tuz Gölü’nün ortasında, dizlerinin üzerinde, elleriyle beyaz kristallere tutunmuş bir adam… Gecenin ayazı, tenine iğne gibi batıyordu. Nefesi buhar olup havaya karışıyordu.

 

Karşısındaki bembeyaz giysili adam susuyordu. Gölün sessizliği, geçmişin ağırlığını daha da derinleştiriyordu. Adam, gökyüzüne baktı. Yıldızlar bir bilmece gibiydi. Hangisi yol gösterirdi, hangisi sadece uzak bir ışık yanılgısıydı?

 

"Daha düşüştesin," demişti yabancı.

 

Bunu nasıl bilebilirdi? Daha ne kadar dibe batacaktı?

 

Tuzun İçindeki Hakikat

 

Ellerini yere bastı, kendini yukarı kaldırmaya çalıştı. Ama bacakları uyuşmuştu. Yüreği de öyleydi. Bir an yerinden kıpırdayamadı. Ne kadar zamandır burada olduğunu bile bilmiyordu.

 

Yabancı, nihayet bir adım attı. Adamın gözlerinin içine baktı.

 

"Soruların var, ama cevaplarını duymaya hazır değilsin," dedi.

 

Adam başını kaldırdı. "Sorularımı sorayım bari. Kime kaybettim ben kendimi?"**

"Zamana."

 

Adamın gözleri kısıldı.

 

"Zaman beni mi yuttu?"

 

"Hayır. Sen, zamanın içinde kendini bıraktın."

 

Tuz Gölü’nün ortasında, bir boşluğun içinde olduğunu hissetti. Yıllar önce bir benliği vardı. Bir adı, bir yeri, bir evi… Şimdi ise, sadece bir gölgeydi.

 

"Peki, bulabilir miyim tekrar?"

 

Yabancı, gökyüzüne baktı. "Bunu sana ben söyleyemem. Ama bir şey var ki, seni buraya getiren yol geri de götürebilir."

 

Adam, ayağa kalkmayı denedi. İlk başta başaramadı. Sonra ellerini yumruk yaptı, dişlerini sıktı ve dizlerini doğrulttu. İlk defa bir şeye tutunmak istiyordu.

 

Yabancı bir şey demeden arkasını döndü. Tuzun üzerinde yürümeye başladı. Ay ışığı altında silikleşti.

 

Adam, ona seslenmek istedi ama sesi çıkmadı. Sonra fark etti ki, o yabancı, aslında kendisiydi.

 

Kendi benliği, kendisini terk etmişti.

 

Ama şimdi… belki de geri getirme vaktiydi.

 

Ayakta Kalanlar

 

Tuz Gölü’nün serin rüzgârı yüzüne çarptı. Bir adım attı. Sonra bir adım daha. Düşmek kolaydı. Ama kalkmak... Kalkmak, cesaret istiyordu.

 

Önünde uzun bir yol vardı.

Ama ilk defa, yürümek istiyordu.

 

 

 

 

 

Bu yazıya tepkini ver!

Benzer Bloglar